Gökhan Tanrıöver is a Turkish-born photographic artist living in London. Following a brief medical career he dedicates his time to visual culture. His work consists of constructed imagery that focuses on personal and cultural identity informed by personal experience and memory.

After completing his BA (Hons) Photographic Arts (2017) at the University of Westminster he has been shortlisted for the Peaches and Cream Photography Competition (2017) and selected as a finalist in the Royal Photographic Society International Photography Exhibition 160. His work has been included in numerous group exhibitions including Separation and Belonging, which he co-curated as part of the Whitechapel Gallery’s First Thursday tour in May 2016. In 2017 he was chosen to participate in the Travers Smith CSR Art Programme and received their Emerging Talent award in 2018 for his series Confessionals.

Following his debut solo show at Argentea Gallery Birmingham in May 2018, he is pursuing his MA Photography at the Royal College of Art. His work is held in both private and corporate collections.

 

Kariyerinin başına dönecek olursak, ilk olarak eğitimine tıp öğrencisi olarak başlamandan ve sonrasında nasıl sanata döndüğünden bahseder misin?

Fotoğrafla olan ilişkim Londra’da tıp öğrencisiyken başladı. Kendimi meslektaşlarımla olduğumdan daha çok sanatçılar ve fotoğrafçılarla özdeşleştiriyordum, bu yüzden de kendimi yaratıcı bir alan ile çevreleme gereği hissettim. Okul zamanlarında konu olarak sanattan keyif alsam da sanatı geçerli bir kariyer seçimi olarak görmüyordum. İlk jenerasyon bir göçmen olarak, aile çevremden daha alışıla gelmiş bir meslek seçimi yapma baskısını daha çok hissettim. Daha ergenlik dönemindeyken bir kariyer yolu seçmenin büyük sakıncaları olduğunu düşünüyorum.

Tıp eğitimim sırasında farklı sanat alanlarında çalışan birçok sanatçı için modellik yaptım. Fotoğrafın en çok dikkatimi çeken yönü ise dizinsel doğası oldu. Fotoğraf lensinin önünde ne yaptığımın etkisi daha doğrudan ve tahmin edilebilirdi. Zaman içerisinde, modellik yaparak en iyi ihtimalle iş birlikçi, en kötü ihtimalle bir dekor olmaya devam etmektense görsel oluşturma kararlarını veren kişi olmak istedim. Mezuniyetimin devamında çalışma alanı dar olan bir meslek seçimi yapmanın sıkıntısını çektim ve bu yüzden iş hayatımda mutsuzdum. Tutku duyduğum bir mesleği takip etmem gerektiğine çok içten inanıyordum ve eğitime geri dönmeden önce işimden istifa edip, freelance fotoğrafçılık yaptım.

Lisans eğitimini Westminster Üniversitesi’nde Fotoğrafik Sanat üzerine tamamladın ve şu an Royal College of Art’da Fotoğraf üzerine yüksek lisans yapıyorsun. Londra’daki sanat eğitimine dair görüşlerinden bahseder misin?

Her ne kadar bölüm isminden belli olmasa da Westminster Üniversitesi’nin fotoğrafçılığa yaklaşımı belgesel fotoğrafçılığına daha eğilimli ve dersler İngiltere’deki diğer kurumlara göre çok daha akademikti. Bu sürece açık fikirli bir şekilde başladım, üç yılımı moda, reklam ve son olarak da güzel sanatlar olmak üzere farklı dalları deneyimleyerek geçirdim. Free Range’deki mezuniyet sergim kesinlikle, ilgilendiğim araştırma ve uygulama alanlarını en iyi şekilde gösteren bir seçkiydi. Bu noktada fotoğraf alanında çalışan bir sanatçı olduğumun teyidini aldım.

Fotoğrafçılığa olan kapsamlı ve disiplinler arası yaklaşımına sahip olması ve sabit bir kimliğe bağlı olmamasından dolayı yüksek lisansımı RCA’da yapmayı seçtim. Fotoğraf müfredatının dışında Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nin seçmeli derslerini seçme şansım oldu. 2019’un sonlarında nergis çiçeği mitinden esinlenen Who’s There isimli bir haftalık bir performans atölyesine katıldım. Bu deneyim performans sanatı ile ilk tanışmamdı ve bunu grup olarak hareket, materyallerle deney ve zamana bağlı dayanıklılık pratikleri gibi çeşitli başlangıç egzersizleriyle deneyimledik. Bu atölye bir performans tasarlamada bireyin ana araç olarak kendisi üzerinden bir dışavurumunu sağladı. Atölye, tüm katılımcıların sergi alanında performatif hareketlerini aynı anda sundukları 4 saatlik bir performans ile sonuçlandı. Performans, benim kendi fotoğraf metodolojimden çok farklı olarak, çoğunluğu doğaçlama yapıda olan, ferahlatıcı bir yapıdaydı.

 

2016 senesinde Whitechapel Galeri’nin First Thursday Turu kapsamında yer alan Seperation and Belonging isimli grup sergisinin küratörlüğünü yaptın. Bu küratörlük deneyimiyle ilgili olarak en çok hoşuna giden ne oldu?

Separation and Belonging sergisi akıcı bir kavram olan kimlik üzerine odaklanmış bir grup sergisiydi. Sergide gösterilen işler, insan, kültür ya da mekan olmanın temelinde yatanın nasıl göründüğü ve aynı şekilde bunlar arasındaki ilişkilerde bilinenden yabancıya, yeniden demodeye -ya da tersi şekilde gerçekleşen bu değişimlerin temelinde yatanın ne olarak ve nasıl görüntülendiği ile ilgiliydi. Bu benim ilk küratörlük deneyimimdi ve lisans öğrenimim sırasında gerçekleşti. Lens bazlı çalışan diğer üç sanatçı ile beraber, kolektif becerilerimizi kullanarak ekip halinde çalıştık. Bu benim tek başıma küratörlük rolünü üstlenmemden çok işbirlikçi bir çalışmaydı.

Sanatçı olarak kendi işimle başkalarının işleri arasında bağlantılar kurmak, çalışmalara farklı bakış açılarıyla bakmak ve bir anlamda kendi küratörümüz haline gelmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu deneyimle ilgili olarak en çok keyif aldığım kısım proje yönetimi tarafıydı ki bu durum genelde bir sanatçıdan beklenen en son şey olabilir. Eserleri gruplar haline getirmek, uygun bir mekan bulmak ve serginin tanıtımını yapmak ve bu süreçte saf bir şekilde keşfettiğim, tamamlanması gereken bir liste dolusu görevler üzerine çalışmak bu deneyimi en hatırlanır kılan kısımlarıydı. Bu sergiyi ‘öğrenci sergisi’ olarak etiketlemek istemedik ve verimli bir iş birliği ile sergi, Whitechapel Galeri’nin her ayın ilk Perşembe günü gerçekleşen, Doğu Londra’daki 150 galerinin ücretsiz etkinlikler, sergiler, konuşmalar ve özel gösterimler hazırlayarak katıldığı, First Thursday isimli turunun bir parçası oldu. Mayıs 2016’da da Whitechapel Galeri’nin kendi gezi turuna dahil olması için seçtiği 5 galeri arasında bu sergimiz de yer aldı.

 

Sanat pratiğini nasıl tanımlarsın? Fotoğraflarında hangi fikirleri keşfetmeyi amaçlıyorsun? Sanat pratiğinde kendini tekrar eden konu ya da soru var mı?

İlk jenerasyon Türk asıllı İngiliz vatandaşı ve gay bir erkek olarak, işlerim çoğunlukla otobiyografik anı üzerinde dönen kişisel ve kültürel kimlik konusu üzerinde gelişiyor. İçe dönük bir birey olarak sanat pratiğimi izleyiciyle ve kendime iletişim kurma yolu olarak kullanıyorum. Bunu yaparken kendim, kendi gerçeğim ve birbirinden çok farklı iki kültür arasında yaşarken gözlemlediğim gerçeklik ile bağ kuruyorum. İlgilendiğim araştırma konuları arasında kimlik politikaları ve işlerim aracılığıyla kendini belli etmesini umduğum temsiliyet konusu var.

Fotoğraf pratiğimin başlangıcından beri görüntüyü öyle inşa ediyorum ki ona ait unsurlar önceden planlanmış ve sıkı sıkıya kontrol edilmiş oluyorlar. Kendimi işlerimin merkezine yerleştirmeye meyilliyim ve bunu da çoğu zaman mecazi olarak, bazen de kelimenin tam anlamıyla kendi görüntümü işlere yerleştirerek yapıyorum. Yıllar içerisinde daha kontrolcü ve görüntü inşası konusunda saplantılı oldum. Artık bu yönümle barıştım ve kişiliğimin bu tarafını sanat pratiğimde olumlu bir şekilde kullanmaya çalışıyorum. Bir kere neyi fotoğrafladığıma karar verdikten sonra çizili kompozisyonu oluşturuyorum. Her zaman yanımda bir not defteri taşırım ve sonucundan memnun olana kadar fotoğraf çekmeye devam ederim. Son yıllarda neredeyse sadece 35mm siyah beyaz film kullandım ve bu yüzden görüntüyü çekme anı ile görme anı arasında hep bir gecikme oluyor. Bunun sonrasında kişisel tapınağım olarak gördüğüm karanlık odaya baskı için devam ediyorum.

Confessionals serisinden biraz bahseder misin? Bu seri bir seri itiraftan mı oluşuyor? Bu seride neler keşfetmeyi amaçladın?

Tezim için araştırma yaparken Annette Kühn’un Family Secrets: Memory and Imagination kitabı ile karşılaştım. Kühn, bu kitapta kendi aile albümündeki fotoğraflara bakarak çocukluk anılarını araştırıyor. Kühn, kendi aile sırlarını, “anlatılmamış hikayeleri ortaya çıkarma ve kamuoyuna duyurma yöntemi” olarak ifade ettiği ve “hafıza işi” olarak adlandırdığı bir yapıyla ortaya çıkarmaya başlıyor. Hafıza işi uygulayıcısının sadece hangi anıları koruyacağını seçmekle kalmadığını, aynı zamanda ‘bu şekilde bugünkü yaşamlarımıza daha derin bir anlam vermek için ürettikleri hikayelerden nasıl faydalanacağımızı belirtiyor.

 

Özdüşünümsel bir birey olarak, kendimi daha iyi tanımak adına, çocukluk anılarımı mevcut düşünce ve hareketlerimle bağ kurmak için tekrar anımsamaya başladım. Kimliğimin ifadesi veya performansı, hatırlanan veya yüzeyin altında gizli kalan hatıralar olarak bildirilebilir. Confessionals, otobiyografik hafızama dayanan bir dizi analog, natürmort fotoğraftan oluşuyor. Stüdyo ve karanlık oda, meditatif halin bir nevi kendi kendini terapi etmeye olanak sağladığı fiziksel bir alana dönüşüyor. Önce metin olarak dile gelen erişilmiş çocukluk anıları bir görüntü oluşturmak için kullanılıyor. Bu çalışmada kullandığım metodolojiyi, kendimi anlamayı geliştirmek ve izleyiciler arasında kendi kendileriyle veya birbiriyle gerçekleşen bir diyalog kanalı açma yolu olarak görüyorum.

Dead Sleepy serisinde yer alan, farklı manzara fotoğraflarında yerde yatan adam kim ve bu seri nasıl oluştu?

 

Dead Sleepy serisi lisans programımın ilk döneminde başlayarak oluşturduğum en eski serilerden biri. 35 mm dijital kamerayla çekilen bir manzara fotoğrafı serisi üzerine çalışmakla görevlendirilmiştik. Birey ve manzara arasındaki ilişkiye odaklanarak, kim ve nasıl olduğumuzu tanımlamada fiziksel alanın mı yoksa çevremize olan etkimizin mi daha önemli olduğu konusuyla ilgileniyordum. Üzerimde plastik bir tabaka örtülü bir halde, farklı yerlerde yatarak, ölü mü yoksa uykuda mı olduğum seçiminin sorumluluğunu seyirciye aktararak ve arka plandaki alanın da suç mahallinden, kucaklayıcı bir manzaraya geçiş ihtimallerini belirsiz bir halde sundum. Çalışmanın yazarı olarak hem konunun bir parçası olmak hem de kendimi fotoğraftaki bir obje haline getirmek benim için zorlayıcıydı. İşi oluştururken buna dikkat etmemiş olsam da, farkında olmadan eski dönemlerdeki resimlerdeki kadın temsiline ve queer kimliğine referanslar yapıyordum.

 

Sana ilham veren figürler kim?

Fotoğraf çalışmalarıma başladığımdan beri Sophie Calle’ın külliyatı beni büyülemiştir. Özel hayatını projelerini yönlendirme konusundaki rahatlığı ve özgünlüğü takdire şayan. Aile üyelerinin ölümü, ilişkilerin kopması gibi özel hayata ait kısımları özel anlar olarak görmekten çok evrensel, banal oluşumlar olarak görüyor. Benim için bir sanat eserinin insan düzeyinde ilişkilendirilebilir olması önemli.

 

1960’ların kavramsal sanat hareketi ve Sol LeWitt gibi doğal anlatım ve açıklayıcı imgelerle ilgilenmeyen, işin arkasındaki fikrin de imgeler kadar önemli olduğunu iddia eden sanatçılar da benim için etkileyici. 1971’de LeWitt “Eğer sanatçı fikrini aktarıp onu görünür bir forma dönüştürüyorsa bu süreçteki tüm adımlar önemlidir. Fikrin kendisi, görsel bir hale gelmemiş olsa da, bitmiş herhangi bir ürün kadar sanat eseridir.” diye belirtmiştir. Performans sanatından aşağı kalmayan bir görselleştirme metodu olarak gördüğüm ardışık görüntülere ait kararlarımın çoğunu kameraya dokunmadan ve fotoğraf çekimine başlamadan önce veririm.

 

RCA’de Tom Lovelace ile tanışmış olduğum için şanslı hissediyorum. İşimin amacına ve sonucuna daha fazla güvenmemi sağladı. Lovelace’in pratiği fotoğraf, performans ve heykel arasında kalırken, bana fotoğrafik alandan ötesini düşünme konusunda ilham verdi. Ayrıca, tam anlamıyla belli bir sanat alanına özgü olmayan bir derste, sınıf arkadaşlarımın pratiklerini geliştirdiklerini görmekten, farklı pratiklerdeki yaklaşımlarımızın ve stillerimizin değişimini beraber deneyimlemekten oldukça motive oluyorum.

Sanatçı Röportajına git
Back Garden Mosque I Gökhan Tanrıöver