In Conversation with Gökhan Tanrıöver

Sanatçı Röportajı: Gökhan Tanrıöver

By Yonca Keremoglu

In Conversation with Gökhan Tanrıöver

Kariyerinin başına dönecek olursak, ilk olarak eğitimine tıp öğrencisi olarak başlamandan ve sonrasında nasıl sanata döndüğünden bahseder misin?

Fotoğrafla olan ilişkim Londra’da tıp öğrencisiyken başladı. Kendimi meslektaşlarımla olduğumdan daha çok sanatçılar ve fotoğrafçılarla özdeşleştiriyordum, bu yüzden de kendimi yaratıcı bir alan ile çevreleme gereği hissettim. Okul zamanlarında konu olarak sanattan keyif alsam da sanatı geçerli bir kariyer seçimi olarak görmüyordum. İlk jenerasyon bir göçmen olarak, aile çevremden daha alışılagelmiş bir meslek seçimi yapma baskısını daha çok hissettim. Daha ergenlik dönemindeyken bir kariyer yolu seçmenin büyük sakıncaları olduğunu düşünüyorum.

Tıp eğitimim sırasında farklı sanat alanlarında çalışan birçok sanatçı için modellik yaptım. Fotoğrafın en çok dikkatimi çeken yönü ise dizinsel doğası oldu. Fotoğraf lensinin önünde ne yaptığımın etkisi daha doğrudan ve tahmin edilebilirdi. Zaman içerisinde, modellik yaparak en iyi ihtimalle iş birlikçi, en kötü ihtimalle bir dekor olmaya devam etmektense görsel oluşturma kararlarını veren kişi olmak istedim. Mezuniyetimin devamında çalışma alanı dar olan bir meslek seçimi yapmanın sıkıntısını çektim ve bu yüzden iş hayatımda mutsuzdum. Tutku duyduğum bir mesleği takip etmem gerektiğine çok içten inanıyordum ve eğitime geri dönmeden önce işimden istifa edip, freelance fotoğrafçılık yaptım.

Lisans eğitimini Westminster Üniversitesi’nde Fotoğrafik Sanat üzerine tamamladıktan sonra Royal College of Art’da Fotoğraf üzerine yüksek lisans yapıyorsun. Londra’daki sanat eğitimine dair görüşlerinden bahseder misin?

Her ne kadar bölüm isminden belli olmasa da Westminster Üniversitesi’nin fotoğrafçılığa yaklaşımı belgesel fotoğrafçılığına daha eğilimli ve dersler İngiltere’deki diğer kurumlara göre çok daha akademikti. Bu sürece açık fikirli bir şekilde başladım, üç yılımı moda, reklam ve son olarak da güzel sanatlar olmak üzere farklı dalları deneyimleyerek geçirdim. Free Range’deki mezuniyet sergim kesinlikle, ilgilendiğim araştırma ve uygulama alanlarını en iyi şekilde gösteren bir seçkiydi. Bu noktada fotoğraf alanında çalışan bir sanatçı olduğumun teyidini aldım.

Fotoğrafçılığa olan kapsamlı ve disiplinler arası yaklaşımına sahip olması ve sabit bir kimliğe bağlı olmamasından dolayı yüksek lisansımı RCA’da yapmayı seçtim. Fotoğraf müfredatının dışında Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nin seçmeli derslerini seçme şansım oldu. 2019’un sonlarında nergis çiçeği mitinden esinlenen Who’s There isimli bir haftalık bir performans atölyesine katıldım. Bu deneyim performans sanatı ile ilk tanışmamdı ve bunu grup olarak hareket, materyallerle deney ve zamana bağlı dayanıklılık pratikleri gibi çeşitli başlangıç egzersizleriyle deneyimledik. Bu atölye bir performans tasarlamada bireyin ana araç olarak kendisi üzerinden bir dışavurumunu sağladı. Atölye, tüm katılımcıların sergi alanında performatif hareketlerini aynı anda sundukları 4 saatlik bir performans ile sonuçlandı. Performans, benim kendi fotoğraf metodolojimden çok farklı olarak, çoğunluğu doğaçlama yapıda olan, ferahlatıcı bir yapıdaydı.

2016 senesinde Whitechapel Galeri’nin First Thursday Turu kapsamında yer alan Seperation and Belonging isimli grup sergisinin küratörlüğünü yaptın. Bu küratörlük deneyimiyle ilgili olarak en çok hoşuna giden ne oldu?

Separation and Belonging sergisi akıcı bir kavram olan kimlik üzerine odaklanmış bir grup sergisiydi. Sergide gösterilen işler, insan, kültür ya da mekan olmanın temelinde yatanın nasıl göründüğü ve aynı şekilde bunlar arasındaki ilişkilerde bilinenden yabancıya, yeniden demodeye -ya da tersi şekilde gerçekleşen bu değişimlerin temelinde yatanın ne olarak ve nasıl görüntülendiği ile ilgiliydi. Bu benim ilk küratörlük deneyimimdi ve lisans öğrenimim sırasında gerçekleşti. Lens bazlı çalışan diğer üç sanatçı ile beraber, kolektif becerilerimizi kullanarak ekip halinde çalıştık. Bu benim tek başıma küratörlük rolünü üstlenmemden çok işbirlikçi bir çalışmaydı.

Sanatçı olarak kendi işimle başkalarının işleri arasında bağlantılar kurmak, çalışmalara farklı bakış açılarıyla bakmak ve bir anlamda kendi küratörümüz haline gelmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu deneyimle ilgili olarak en çok keyif aldığım kısım proje yönetimi tarafıydı ki bu durum genelde bir sanatçıdan beklenen en son şey olabilir. Eserleri gruplar haline getirmek, uygun bir mekan bulmak ve serginin tanıtımını yapmak ve bu süreçte saf bir şekilde keşfettiğim, tamamlanması gereken bir liste dolusu görevler üzerine çalışmak bu deneyimi en hatırlanır kılan kısımlarıydı. Bu sergiyi ‘öğrenci sergisi’ olarak etiketlemek istemedik ve verimli bir iş birliği ile sergi, Whitechapel Galeri’nin her ayın ilk Perşembe günü gerçekleşen, Doğu Londra’daki 150 galerinin ücretsiz etkinlikler, sergiler, konuşmalar ve özel gösterimler hazırlayarak katıldığı, First Thursday isimli turunun bir parçası oldu. Mayıs 2016’da da Whitechapel Galeri’nin kendi gezi turuna dahil olması için seçtiği 5 galeri arasında bu sergimiz de yer aldı.

Sanat pratiğini nasıl tanımlarsın? Fotoğraflarında hangi fikirleri keşfetmeyi amaçlıyorsun? Sanat pratiğinde kendini tekrar eden konu ya da soru var mı?

İlk jenerasyon Türk asıllı İngiliz vatandaşı ve gay bir erkek olarak, işlerim çoğunlukla otobiyografik anı üzerinde dönen kişisel ve kültürel kimlik konusu üzerinde gelişiyor. İçe dönük bir birey olarak sanat pratiğimi izleyiciyle ve kendime iletişim kurma yolu olarak kullanıyorum. Bunu yaparken kendim, kendi gerçeğim ve birbirinden çok farklı iki kültür arasında yaşarken gözlemlediğim gerçeklik ile bağ kuruyorum. İlgilendiğim araştırma konuları arasında kimlik politikaları ve işlerim aracılığıyla kendini belli etmesini umduğum temsiliyet konusu var.

Fotoğraf pratiğimin başlangıcından beri görüntüyü öyle inşa ediyorum ki ona ait unsurlar önceden planlanmış ve sıkı sıkıya kontrol edilmiş oluyorlar. Kendimi işlerimin merkezine yerleştirmeye meyilliyim ve bunu da çoğu zaman mecazi olarak, bazen de kelimenin tam anlamıyla kendi görüntümü işlere yerleştirerek yapıyorum. Yıllar içerisinde daha kontrolcü ve görüntü inşası konusunda saplantılı oldum. Artık bu yönümle barıştım ve kişiliğimin bu tarafını sanat pratiğimde olumlu bir şekilde kullanmaya çalışıyorum. Bir kere neyi fotoğrafladığıma karar verdikten sonra çizili kompozisyonu oluşturuyorum. Her zaman yanımda bir not defteri taşırım ve sonucundan memnun olana kadar fotoğraf çekmeye devam ederim. Son yıllarda neredeyse sadece 35mm siyah beyaz film kullandım ve bu yüzden görüntüyü çekme anı ile görme anı arasında hep bir gecikme oluyor. Bunun sonrasında kişisel tapınağım olarak gördüğüm karanlık odaya baskı için devam ediyorum.

Confessionals serisinden biraz bahseder misin? Bu seri bir seri itiraftan mı oluşuyor? Bu seride neler keşfetmeyi amaçladın?

Tezim için araştırma yaparken Annette Kühn’un Family Secrets: Memory and Imagination kitabı ile karşılaştım. Kühn, bu kitapta kendi aile albümündeki fotoğraflara bakarak çocukluk anılarını araştırıyor. Kühn, kendi aile sırlarını, “anlatılmamış hikayeleri ortaya çıkarma ve kamuoyuna duyurma yöntemi” olarak ifade ettiği ve “hafıza işi” olarak adlandırdığı bir yapıyla ortaya çıkarmaya başlıyor. Hafıza işi uygulayıcısının sadece hangi anıları koruyacağını seçmekle kalmadığını, aynı zamanda ‘bu şekilde bugünkü yaşamlarımıza daha derin bir anlam vermek için ürettikleri hikayelerden nasıl faydalanacağımızı belirtiyor.

Özdüşünümsel bir birey olarak, kendimi daha iyi tanımak adına, çocukluk anılarımı mevcut düşünce ve hareketlerimle bağ kurmak için tekrar anımsamaya başladım. Kimliğimin ifadesi veya performansı, hatırlanan veya yüzeyin altında gizli kalan hatıralar olarak bildirilebilir. Confessionals, otobiyografik hafızama dayanan bir dizi analog, natürmort fotoğraftan oluşuyor. Stüdyo ve karanlık oda, meditatif halin bir nevi kendi kendini terapi etmeye olanak sağladığı fiziksel bir alana dönüşüyor. Önce metin olarak dile gelen erişilmiş çocukluk anıları bir görüntü oluşturmak için kullanılıyor. Bu çalışmada kullandığım metodolojiyi, kendimi anlamayı geliştirmek ve izleyiciler arasında kendi kendileriyle veya birbiriyle gerçekleşen bir diyalog kanalı açma yolu olarak görüyorum.

Dead Sleepy,serisinde farklı manzara fotoğraflarında yerde yatan bir adam var. O adam kim ve bu seri nasıl oluştu?

Dead Sleepy serisi lisans programımın ilk döneminde başlayarak oluşturduğum en eski serilerden biri. 35 mm dijital kamerayla çekilen bir manzara fotoğrafı serisi üzerine çalışmakla görevlendirilmiştik. Birey ve manzara arasındaki ilişkiye odaklanarak, kim ve nasıl olduğumuzu tanımlamada fiziksel alanın mı yoksa çevremize olan etkimizin mi daha önemli olduğu konusuyla ilgileniyordum. Üzerimde plastik bir tabaka örtülü bir halde, farklı yerlerde yatarak, ölü mü yoksa uykuda mı olduğum seçiminin sorumluluğunu seyirciye aktararak ve arka plandaki alanın da suç mahallinden, kucaklayıcı bir manzaraya geçiş ihtimallerini belirsiz bir halde sundum. Çalışmanın yazarı olarak hem konunun bir parçası olmak hem de kendimi fotoğraftaki bir obje haline getirmek benim için zorlayıcıydı. İşi oluştururken buna dikkat etmemiş olsam da, farkında olmadan eski dönemlerdeki resimlerdeki kadın temsiline ve queer kimliğine referanslar yapıyordum.

Şu an için Londra’da yaşamaktasın. Bundan önce hangi şehirlerde yaşadın ve sanat pratiğine nasıl bir etkisi oldu?

İzmir’de doğdum ve hayatım boyunca iki kere Londra’ya taşındım. İlki yürümeye yeni başladığım zamanlarda birkaç seneliğine ve sonra da 10 yaşımdayken... Bunun öncesindeki üç sene boyunca İstanbul’da yaşadım. Yani toplamda üç farklı şehirde ilkokula gitmiş oldum. İki taşınma arasındaki zaman içerisinde garip bir şekilde İngilizce konuşmayı unuttum. Dil ile ilgili yaşadığım zorluklar hala devam etmekte, fakat bu sefer Türkçe’min yavaş bir amnezisi şeklinde oluyor. Sanki ana dilim yok gibi hissediyorum. İngilizce’den Türkçe’ye ve tam tersi şekilde geçişler yaptığım için büyürken de ilk dilimin hangisi olduğunda kararsızdım. Belli bir coğrafya ya da bölgeye bağlılık duymadığım için ana dil olarak İngilizce’yi ya da Türkçe’yi seçmek çok politik geliyor. Bu yer değiştirmelerin en önemli etkisi yazılı ya da sözlü dilden daha evrensel bir iletişim aracı olan ve esas öznelliği ile sonsuz yoruma sahip olan sanat ve fotoğrafa olan duyduğum düşkünlük oldu.

Yıllar içerisinde sanat pratiğinin nasıl geliştiğine dair bir değerlendirmede bulunabilir misin? Senin için dönüm noktası olarak gördüğün bir proje ya da sergi oldu mu?

Confessionals serisini sanat pratiğimdeki anahtar bir çalışma olarak görüyorum. Lisans eğitimim son yılında başladığım bu seriyi mezuniyet sergimde sundum. Mezuniyetin akabinde bu proje üzerinde çalışmaya devam ettim ve 2018’deki ilk kişisel sergimde bu serinin tamamını sergiledim. Projenin yarısının mezuniyet sonrasında gelişmesi ve öğrencilikte doğal olarak kabul edilen erişime açık herhangi bir stüdyo ya da karanlık odaya bel bağlamadan gerçekleşmesinden dolayı bu benim için önemli bir dönüm noktasıydı. Bu seri sonrasında tek imge ile çalışmanın ötesine çıkarak baskı dizilimlerini enstalasyon olarak sunmaya başladım. Bu hala uyguladığım bir çalışma yöntemi olmaya devam ediyor.

Sana ilham veren figürler kim?

Fotoğraf çalışmalarıma başladığımdan beri Sophie Calle’ın külliyatı beni büyülemiştir. Özel hayatını projelerini yönlendirme konusundaki rahatlığı ve özgünlüğü takdire şayan. Aile üyelerinin ölümü, ilişkilerin kopması gibi özel hayata ait kısımları özel anlar olarak görmekten çok evrensel, banal oluşumlar olarak görüyor. Benim için bir sanat eserinin insan düzeyinde ilişkilendirilebilir olması önemli.

1960’ların kavramsal sanat hareketi ve Sol LeWitt gibi doğal anlatım ve açıklayıcı imgelerle ilgilenmeyen, işin arkasındaki fikrin de imgeler kadar önemli olduğunu iddia eden sanatçılar da benim için etkileyici. 1971’de LeWitt “Eğer sanatçı fikrini aktarıp onu görünür bir forma dönüştürüyorsa bu süreçteki tüm adımlar önemlidir. Fikrin kendisi, görsel bir hale gelmemiş olsa da, bitmiş herhangi bir ürün kadar sanat eseridir.” diye belirtmiştir. Performans sanatından aşağı kalmayan bir görselleştirme metodu olarak gördüğüm ardışık görüntülere ait kararlarımın çoğunu kameraya dokunmadan ve fotoğraf çekimine başlamadan önce veririm.

RCA’de Tom Lovelace ile tanışmış olduğum için şanslı hissediyorum. İşimin amacına ve sonucuna daha fazla güvenmemi sağladı. Lovelace’in pratiği fotoğraf, performans ve heykel arasında kalırken, bana fotoğrafik alandan ötesini düşünme konusunda ilham verdi. Ayrıca, tam anlamıyla belli bir sanat alanına özgü olmayan bir derste, sınıf arkadaşlarımın pratiklerini geliştirdiklerini görmekten, farklı pratiklerdeki yaklaşımlarımızın ve stillerimizin değişimini beraber deneyimlemekten oldukça motive oluyorum.

Sanatçı olarak koleksiyonunu yaptığın objeler var mı?

Sokağa atılmış bir dizi objeyi toplamak ve saklamak için yeterli yerim olsun ve bu bilinmedik nesnelere aşılanmış hafızayı sökmeyi, onlara bir yabancı gibi yaklaşarak kendi işlerim için kullanabiliyor olmak isterdim. Londra’nın merkezinde yaşayınca çalışma ve yaşama alanları gayet kısıtlı oluyor. 2014’den bu yana, 1854’de kurulmuş dünyanın en eski fotoğraf yayını olan British Journal of Photography’nin her bir sayısını koleksiyon olarak topluyorum. Dijital olarak da yayınlanmasına rağmen, her bir sayıya kırılgan bir materyalmiş gibi davranıp, sayfalara temas ederek çevirmeyi tercih ediyorum.

Son zamanlarda ne okuyorsun?

Çok yakın zamanda, yıllar önce okuduklarım da dahil olmak üzere Elif Şafak’ın romanlarını arka arkaya okuduğum bir dönem oldu. Şafak OPEN isimli araştırma inisiyatifinin bir parçası olarak RCA’de konuşma yapmıştı. Bu konuşmada, öz saygı, öz bakım, konumsallık, manevi çalışma içeren açık sanat ve tasarım pratiklerinin keşfedilmesi ve gelişmesi amacıyla, dünya görüşlerimizi nasıl tercüme edildiğini keşfetmek için özgürlükçü yöntemleri ortaya koymuştu. Şafak’ın çoğu romanındaki karakterler kimisi diğerlerine göre daha göze çarpan, genelde göç ya da kendini keşif hikayesiyle, ya kimlik işaretleriyle ya da daha metafiziksel bir yaklaşımla, yabancı ya da öteki olarak nitelendirilebilir.

Gelecek projelerinden biraz bahseder misin?

Geçen yaz Cinsel Kabahatimin Kanıtı: Derin Arşiv için Cinsiyetçi Bir Performans isimli tezimi bitirdim. Tezimde milliyetçiliğin hüküm sürdüğü erkek egemenliğine bir geçiş ayini gibi olan, Türkiye’deki zorunlu askerliğe odaklanıyordum. Osmanlı Dönemi’nde homoseksüelliğin yasallaştırılmış olmasına rağmen Türk ordusu, eşcinselliği kendi değerleri ile bağdaştıramayıp temel gücüne bir tehdit olarak görüyor. Ordu özellikle hizmetten çıkarmak için eşcinsel erkekleri aramıyor olsa da, birey zorunlu askerlikten muaf olmak için cinsel tercihini beyan edebilir. Bu beyan daha sonrasında bir dizi test ve kanıt yoluyla meşrulaştırılıyor. Bunun için başvuran kişi ‘cinsel kabahatlerinin’ kanıtı olarak kamera ve askeri bir seyirci için bir performans yapmış oluyor.

Kullanılan testlerden, uluslararası bilinirliği olan basit bir şekilde evet veya hayır cevaplarıyla yanıtlanan, psikolojik bir tarama testi olan Minnesota Çok Ölçekli Kişilik Envanteri’ne erişim sağladım. Ordunun özellikle odaklandığı parametre başvuranın cinsiyetine uygunluğu, bunun nedeni feminenliği kurumun dayanağına bir tehdit olarak görünmesi.

Yeni çalışmamda galeri duvarında bir kimlik inşa etme amacıyla bu testteki ifadeleri kullanıyorum ve fotoğraf yoluyla bunlara cevap veriyorum. Gerçek ve kurgu arasında yaşayan bu karakter, çağdaş Türkiye’de dayatılmış bir kurumsal gay erkek kimliği ile yüzleşip, alternatif homoseksüel kimlikleri sunuyor olmasını amaçlıyorum. Bu işimi 2021 senesi yazında gerçekleşecek yüksek lisans bitirme sergimde göstermeyi planlıyorum. Pandeminin sona ermesiyle birlikte umuyorum ki sergi dijital değil de alışık olduğumuz fiziksel olarak sunulacak.

Son olarak geçtiğimiz aylardaki karantina dönemini nasıl geçirdin? Yeni projelerle ilgilendin mi bu süreç boyunca?

Karantinadan önce, yukarıda bahsettiğim proje üzerine çalışıyordum. Karanlık oda ve fotoğraf stüdyosunda geçirdiğim zamanımı maksimuma çıkarmaya çalıştım. Başta virüsün yayılma etkileri belirsizdi ve bu yüzden olabildiğince güvenli bir şekilde işime devam ettim. Etrafımda olup bitenlerden bağımsız olarak kendimi ilham bulmuş gibi hissettim ama bu durumun sürdürülebilir olmayacağını biliyordum. Karantinanın başlangıcı dayatılan ve gerekli bir mola gibi geldi ve aynı zamanda felçli gibi hissettirdi. Bir günde her şey kapandı ve işim için önemli olan tesisleri kullanamaz oldum. Evin içinde bir stüdyo ortamı yaratarak çalışabileceğimin, kendimi bu duruma adapte edebileceğimin farkında olsam da böyle sıkıntılı ve eşi benzeri olmayan bir dönemde üretken kalınması için biraz da gereksiz bir toplum baskısı olduğuna inanıyorum. Kendime bu kurala uymamak için izin verdim ve böylelikle suçluluk ve hayal kırıklığını önlemiş oldum. Özellikle bir projenin ortasındayken metodolojimden ödün vermek istemedim. Yine de proje için yeni parçalar yaratmak için çizimler yapıyor ve yeni fikirler ve basılı işi farklı olarak ne şekillerde sunabileceğim üzerine beyin fırtınası yapıyorum. Ayrıca bir meslektaşımla beraber Londra’da bir sergi küratörlüğünün ilk aşamalarındayız. Sergi, eylemsel anlatıları olan yapılı fotoğraflar üzerine odaklanıyor. Çok yakında stüdyoya geri dönmeyi ve planlarımı gerçekleştirmeyi umuyorum.