In Conversation with Sırma Aksüyek

In Conversation with Sırma Aksüyek

By Yonca Keremoglu

In Conversation with Sırma Aksüyek

Etkilendiğin fotoğrafçılar kim?

Eskiden Nan Goldin’i büyülenerek takip ediyordum. Okul öncesi geçirdiğim dönem ile ilgili de olarak da köşeli, sert ve duygu olarak daha karanlık fotoğraflar ilgimi çekiyordu. O dönem geçtikten sonra Cindy Sherman’ı çok yakından takip etmeye başladım. Okul süresince yaptığım tüm projeler hep otoportreler üzerineydi. Mesela Misfit isimli topluma uyum ayak uyduramayan bir kadının hikayesi üzerine yaptığım projede onun oldukça etkisi vardı.

Fotoğraf ile ilgili seni etkileyen en temel şey nedir?

Anı yakalamak.

Yaşadığımız anları hafızamıza belli bir şekilde kaydediyoruz ve bu anlar bir zaman sonra şekilleniyor. Bazen yanlış ve eksik hatırlıyoruz. Bir şekilde beynimizde biçim değiştirebiliyorlar. Fotoğrafta çektiğin o anın o haliyle ölümsüzleşebiliyor olması konusu benim için çok etkileyici. Geçip giden, akan, durduramadığımız zamandan bir parça koparmak gibi. Bu bana büyüleyici geliyor.

Sanat pratiğinde sorgulamaktan sıkılmadığın soru/tema nedir?

Yaşadığımız hayat, duygular ve insanlar her şey çok kişisel.

Örneğin ellerini göğsüne koymuş kızın fotoğrafında o kızın suratını özellikle görmüyoruz. O hareket oldukça evrensel bir hareket. Birçok kadın o fotoğraftan negatif ya da pozitif farklı anlamlar çıkarabilir. Özünde kalp, şefkat, merhamet gibi kavramları çağrıştırıyor. Birbirinden bağımsız hayatlar ve bedenlerin vücut olarak aynı duyguyu hissettiriyor olması konusu beni çok cezbediyor. Senin elinin bir duruşundan hüzün çıkarabiliyorum. Ya da senin gözlerin kapalı dururken, güzel bir ışıkta kendi duygularımı sana yansıtıp senin üzerinden bir duygu hissedebiliyorum. Bence olağanüstü bir durum.

Kişilikten bağımsız olarak insan, insan vücudu ve parçaları bunların ben de neler hissettirdiği her zaman ilgimi çeken ve merak ettiğim bir konu.


Fotoğrafın en önemli 3 elementi nedir?

Işık. Bir gölgeyle verebileceğin duygu bambaşka.

Doğallık. Photoshop ile sonradan bir şey eklemek beni pek motive eden bir alan değil. Anın olduğu gibi yakalanıyor oluşu önemli. Ve an. Biraz sübjektif olsa da o anın içinde barındırdığı duygu.


Okul sonrası sanat dünyasına dair deneyimlerin nasıl oldu?

Üniversite yıllarında fotoğraflardaki kişilerin kendini ifade ediş şekillerini daha çok merak ediyordum. Fotoğraf tekniklerini daha iyi öğrenmek ve duygudan bağımsız işlerin aktarılış biçimini görmek beni fotoğraf üzerinde herhangi bir manipülasyona girmeden en yalın haliyle gördüğümü çekme konusunda motive etti. Okuldan sonra ise anı durdurmak üzerine odaklanmak ben de çok başka bir heves yarattı. Belli anları daha yalın ve basit olduğu gibi yansıtmak istedim kadrajıma.


Üniversiteye girmeden öncesi ve sonrası benim için çok farklı. Mesela okul döneminde Suicidal Unicorn diye bir proje yaptım. Herkesin pamuksu, çocuksu gördüğü, bir peri masalından çıkmış tek boynuzun bile ne kadar melankolik ve intihara meyilli olabileceğini yansıtıyordu. Oldukça depresif bir atmosferde kendimi asar gibi ya da küvette boğar gibi kurguladığım fotoğraflar da oldu.

Buna benzer üniversite sonrasında California’da Peaceful Death isimli bir proje yaptım. Anneannemin vefatına denk gelen bir dönemdi. Los Angeles’ta olduğum için buraya dönememiştim ve uzaktan ölümü kabullenmek daha da zordu.

Ölüm her yaşta, her cinsiyette, her ırktan insanın başına gelen evrensel bir gerçek. O yüzden bu projede çocuk modellerin yanı sıra yetişkin modeller de kullandım. Modelleri küvete yatırarak küvetteki suları renklendirdim. O renklere, o anki modele, hissettiğim duygulara göre çiçekler serpiştirdim. Onlardan huzurlu bir şekilde süzülmelerini istedim. Bu benim için çok daha renklendirilmiş bir şekilde ölümü kabulleniş biçimiydi. Zaman içerisinde o sert, köşeli siyah-beyaz halden daha renkli, yumuşak ve kapsayıcı bir noktaya geldiğimi düşünüyorum.

Görsel sanatlar dışında sanatın diğer disiplinlerinden sana ilham veren figürler kim?

Eskiden yazarlardı. Özellikle Özdemir Asaf, Cemal Süreya, Tezer Özlü ve Oğuz Atay grubu. En büyük isteğim onlarla bir akşam hep beraber rakı içebilmek olurdu. Neler konuşulurdu kim bilir. Girdiği bahiste ‘Y’ harfini soyadından bırakan bir zihniyetten bahsediyoruz. Muhteşem!

Eskiden yazarlar ve onların dünyalarıyla çok ilgilenirdim, şimdi ise performans sanatı ile ilgileniyorum. Her ne kadar gündelik hayatta çok yakından takip ediyor olmasam da içinde bulunduğum her performans beni çok etkiliyor. Yine o an ve onun bilinmezliği var. Kurgusal hiçbir şey yok. Sana ne hissettireceğini bilmiyorsun, o anın sana dokunup dokunmayacağını bilmiyorsun, ağlayıp ağlamayacağını bilmiyorsun. O anda beni yaşatan bir şey olduğu için performans sanatı diyebilirim.

Daha önce hangi şehirlerde yaşadın? Bu deneyimler üretim hayatını nasıl şekillendirdi?

Daha öncesinde bir dönem Paris’te yaşamıştım. Paris öncesi hayatımı hem yaşayıp hem de film gibi izlediğim bir dönemdi. Yarı Truman Show gibi kendimi gerçekten bir filmin içinde gibi hissediyordum. Paris dönemi de bu bakış açısını devam ettirdiğim enteresan bir dönemdi. Oradan döndükten sonra hayatın kafamdaki gibi, bir film gibi olmadığını gördüm. Hayatı akışına bırakmak gerekiyor ama o bahsettiğim o pozitif, daha şairane tadındaki romantizmi geride bırakmak durumunda kaldım.

Gezi olayları sonrasında ise yüksek lisans için Los Angeles’a gittim. Çok da iyi olmadığım bir dönemdi. İçimdeki karanlıkla duygular yapay, güneşli California ile tezat oluşturuyordu . Beni hem aydınlığa taşıyordu, ben de içimdeki karanlığı daha iyi ortaya koyabiliyordum. Orada karamsarlığı yaşamak daha otantik oluyordu. Günün sonunda California’da hem hissettiğim kendi olmanın ne kadar özel ve güzel olduğu ve bunun dışında da benim bu topraklara, bu topraklardaki melankoliden ne kadar beslendiğimi tekrar farkettim. Acayip bir hüzün ve melankoli var. Belki orada geçirdiğim dönemde bu melankoliyi yaptığım projelerle en yüksek seviyede kustum. Sonrasında İstanbul’a dönmek aslında buraya ne kadar bağlı olduğumu anlamamı sağladı. Aklımda hiçbir soru işareti kalmadan döndüm.

İçinde olduğumuz yeri kötüleme gibi bir alışkanlığımız var. Günün sonunda burada öngörülemeyen ve kaçınılmaz olan bir naiflik ve duygusallık var. Aynı zamanda Türkiye’de yönetilemeyen bir duygusallık var. Sevgi çok fazla ama bir yandan da kişisel alan diye bir şey yok. İyi niyetli bir dengesizlik var. Dengesizliğin altında yatan naiflik beni çok güldürüyor ve motive ediyor. Önü alınamayan bir duygusallık.

Hayata dair benimsediğin bir motto/ilke nedir?

Duygusal olarak ben de çok kaybolmaya elverişli bir zemindeyim. Genel olarak hep anda kalıp anı değerlendirmeye çalışıyorum. Aslında canımı sıkan olaylar, kafamda beni uçup beni başka yere götüren konular o an ile ilgili olmuyor. Ya geçmişin bıraktığı yaralar, daha önceden yaşanmış korkular oluyor. Şu anda yapmaya çalıştığım anda kalıp, hissettiklerimi o anla sınırlayıp ve egodan sıyrılarak hayatın sonsuz olmadığını kendime hatırlatmak.

İnsanların fotoğraflarına baktığında neler deneyimlemesini arzuluyorsun?

Kendilerinden bir duygu, bağlantı kurabilecekleri herhangi bir şey bulmalarını isterim. Bir koku seni bir ana götürebilir, saniyelik de olsa sana bir şey yaşatabilir. Bunun gibi bir his yaşamalarını isterim. Baktıklarında ruhlarından bir parçanın belki o fotoğrafa girip geri çıkmasını ve sonucunda onlara iyi gelen bir şey olmasını isterim.

Senin için Durak serisini diğer fotoğraf serilerinden farklı kılan nedir?

Durak’ın adını çok seviyorum. Neden durak koyduğumu da epeyce düşünmüştüm. Durak bu hayat akarken seni durduran, yaptığın şeye es vermeni sağlayıp o anı yakalamak içi seni motive eden bir şey. Hayat akıp giderken bir şeyler uğruna durmayı seçiyorsun, onu yakalamayı tercih ediyorsun.

Hayatta vardığımız belirli duraklar var. Benim de hayatımda ne uğruna durmayı seçtiğim hep değişti. Durak serisi de uzun zaman boyunca uğruna durmayı seçtiklerim, psikolojim ve hayatımın bütünüydü. “Sırma uzun zamanlar boyunca neler uğruna durmayı seçti?” sorusunun cevabı gibi. O yüzden bu seriyle aynı ismi taşıyan Durak sergisi hayatımın duraklarından biri olmasından dolayı da hoşuma gidiyor.

Koleksiyonunu yaptığın objeler var mı?

Koleksiyonunu yaptığım kaleidoscopelar var. Bence çok enteresan objeler. Mesela Japonya’dan aldığımın minimalliği çok farklı. Her bir farklı ülkeden aldığım kaleidoscope o ülkenin festival bakış açısını ortaya koyuyor gibi. Japonya’dan aldığım minimal, arka fonu beyaz dönerken Portekiz’den aldığımın renkleri patlıyor, rengarenk ve çok farklı.

Farklı kültürlerden topladığım çiçek dürbünleri, onları çevirdiğimdeki farklı renklerin kombinasyonu bana hep coşku verir. Bu objeleri farklı kültürlere bağlı görüyor olmak da benim çok hoşuma gidiyor.

Fotoğrafçılık, hayatında başka ne şekillerde yer alıyor?

Her ne kadar karanlıkla daha barışmış olup aydınlanıyor olsam da sanatta keyif aldığım ve beni motive eden konular daha melankolik konular. İçimdeki karanlığı artık ihtiyacım olduğunda bir şey çıkarmak, istediğimde kullanmayı tercih ediyorum artık.

Aydınlık, neşeli ve çocuksu bulduğum bir yanım da var. Bunu da fotoğraf stüdyomda çocuk ve hayvan fotoğrafları çekerek kullanmayı seçiyorum. Hayvanların da çocukların da ortak özellikleri olan egodan bağımsız, anda yaşayan varlıklar olması çok hoşuma gidiyor. Ne hissediyorlarsa öyle. Küçük bir kız çekimden sıkıldıysa “Ben artık sıkıldım” diyor ve yapmıyor. Hayvan durmak isterse duruyor, içeri mamasını yemeye gidiyor. Bu netlik ve doğallık beni büyülüyor, çok eğleniyorum. Karanlığa karşıt olarak yin’imin yang’i gibi aydınlığa doğru böyle bir yol seçtim.

Şu ana kadar çok etkilendiğin bir sergi?

Jewish Museum Berlin'de Yahudi Soykırımı ile ilgili bir müze. Orada kalıcı olarak sergilenen, beni çok etkilemiş olan iki iş vardı. Bir tanesi mektupların yer aldığı bir oda. Mektuplarda vazan o dönemde o odaya onlara umut vermek için çok ufak bir aralık ışık veriyorlarmış. Sanki her şey daha iyi olabilecekmiş gibi ayarlanmış bir ışık ve insanların bu umudu ile ilgili bir mektuplar var. Çok soğuk bir oda ve tavandan süzülen o ışık ile bu olanları hayal etmek çok acayipti.

Başka bir odada ise yerde üzerlerinde insan suratlarının bulunduğu metal plakalar vardı. Metal tabakalar üzerinde yürüyebiliyorsun ve her adım atışında öyle bir ses çıkıyor ki. Bu odada üst üste yer alışları ve üzerine basılıyor oluşu beni çok etkilemişti.

Seni heyecanlandıran gelecek projelerden bahseder misin?

Yapmak istediğim projelerden birisi müzik ile bağlantılı. Her sergi ya da fotoğrafın bir müziği olmasını istiyorum. Fotoğrafa baktığında nasıl belirli bir duygu verebiliyorsun, müzik içine girdiğinde ise bambaşka bir şekilde algılayabiliyorsun. Müzikle fotoğrafı birleştirmek gibi bir projem var.

Bir diğer gerçekleştirmek istediği proje ise performatif yönü olan bir proje. Mesela bir el fotoğrafını öyle bir basmak isterim ki o ele dokunmak, onu tutmak mümkün olsun. Seyircinin de katılabileceği projeler var aklımda.

Siyah beyaz fotoğraf ile ilgili ne seni etkiliyor?

Renkler daha sübjektif. Konudan bağımsız olarak benim fotoğrafta algılamanı istediklerim renkler ile izleyiciyi mutlu eden ya da onu rahatsız eden durumlar yaratabiliyor. Günün sonunda bazı fotoğraflarda sadece duyguyu ya da o kareyi ortaya çıkarmak için siyah beyazın sertliği ve nötrlüğünü çok seviyorum. Vurgu açısından yardımcı bir araç gibi. Kesinlikle daha dramatik, bazen daha yalın ama günün sonunda fotoğrafı sübjektiflikten çıkarmak ve belli bir unsuru vurgulamak için daha kolay bir araç olduğunu düşünüyorum.