Artist Interview: Maria Mavropoulou

Sanatçı Söyleşisi: Maria Mavropoulou

By Yonca Keremoglu

Artist Interview: Maria Mavropoulou

Atina Güzel Sanatlar Fakültesi’nde okuduktan sonra yüksek lisans süreci sanat pratiğini nasıl şekillendirdi? Sanat pratiğinde resim ve fotoğraf arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?

Sanat okulunda okuduğum yıllara baktığımda kendi sanat tarihimi yaşamış gibi hissediyorum. Sanat okuluna başvurmadan önce ve üniversitenin ilk senelerinde sanatımda yansıtacağım şeyin birebir temsilini yapmak gibi bir takıntım vardı. Çizim ve resim pratiğimi geliştirirken çalıştığım konuya pek önem vermezdim. Kavramsal kısmı ile ilgilenmeyi ikinci plana atarak ilk önce konuyu olduğu gibi resmetmeyi, resimdeki kabiliyetimi kusursuzlaştırmam gerektiğini düşünürdüm. Fotogerçekçi resmi başardığımda sanat ile ilgili tüm bakış açımı değiştiren fotoğraf ile ilgilenmeye başladım. Fotoğrafla ilgilenmeye başladığımda görüntünün inşası, fotoğraflanmış konunun temsili görselinin mecranın kendisi tarafından verilmesi ile ilgili yaptığım seneler süren pratikten sonra fotoğrafı manipüle etmeye başladım. Doğruluğu ve orjinalliği ile ilgili konular beni daha az ilgilendirmeye başladı ve görsellere bulunmuş materyaller gibi bakmaya başladım. Çevremdeki dünyadan çekilmiş görselleri kafamda hali hazırda olan fikirleri görselleştirmek için kullanıyorum. Yüksek lisans dönemimde bir adım ileri giderek, fotoğraf üzerinden bir deneyim inşa etmek için artık çok da yeni sayılmayan teknolojileri kullandım.

Sanat pratiğini nasıl tanımlarsın? Sanat pratiğinde kendini tekrarlayan bir konu ya da soru var mı?

 

İşlerimde her seri için farklı bir fotografik yaklaşım izlerim. Her zaman konuya bağlı olarak değişir. Görsel anlayış, konsept ve algı gibi hepsinin altında yatan ortak fikirler olduğunu hissetsem de işlerim görsel olarak çeşitli ve her bir seri bir diğerinden oldukça farklı. Son serilerim “Family Portraits”, “Image Eaters” ve “Tears, Spit, & Cum”da ve son olarak oluşturduğum işler teknoloji ile olan ilişkimize odaklanıyor. Bu konu zaman içerisinde daha çok derinlemesine araştırma yapmak istediğim bir alan.

“Family Portraits” serisinden biraz bahseder misin? 

“Family Portraits” yüksek lisans dönemimde gelişen bir seriydi. Sırf fotografik bir iş olarak başladı fakat sonrasında 360 derece sanal tur ve izleyiciyi çevreleyen enstalasyonun video ve sesle birlikteliği bu iş ile iletmek istediğim sorular için daha uygun bir ortam oluşturdu.

Bu seri bana göre iki katmandan oluşuyor. Birincisi fotoğraflarda bariz bir şekilde gördüğümüz, internete erişmek için kullandığımız cihazlarla nasıl bir ilişki kurduğumuz. İkincisi de fotoğrafın güncel halinin kendisi. Bu cihazlardaki boş ekranlar bana göre onlara bakarken geçirdiğimiz sonsuz zamana işaret ediyor. Gözümüzün önünden geçip kaybolan tüm o görsel akımına. Tüm sanal gerçeklik deneyimi de fotoğraflardan yapılıyor. Fotoğraf artık iki boyutlu bir obje ya da ekranda yer alan 2 boyutlu bir projeksiyondan ibaret olmayıp, neredeyse gerçekliğin kendisi kadar gerçek gözüken bir deneyim için yapı taşı oldu ve yaşadığımız bu çağda kendi gücü ve rolü hakkındaki soruları daha da arttırıyor.

Mimarinin işlerinde bir etkisi var mı?

Resim ve fotoğraflarımda içerik olarak da etkisi olan temiz yapıları seviyorum. Fotoğraflarımın da onlar gibi net bir şekilde yapılandırıldığını söyleyebilirim.

NYT ile bir süredir iş birliği içerisindeyim. En başta editörümden bu teklif ile ilgili e-mail aldığımda benim için büyük bir sürpriz olmuştu. İlk defa komisyonlu bir işte sanatsal olarak özgür bir şekilde ilerleyebiliyorum ve bundan çok büyük keyif aldım. Geniş bir okuyucu kitlesi olan bir ortamda fotoğraflarımın yayınlanması görsel yaratıcısı olarak da getirdiği sorumlulukları düşündürüyor. Bir görselin yazının algılanışına olan etkisi ilgimi çekiyor. Görseller bir metne göre daha kısa zamanda okunabiliyor, bir nevi o yazı için doğru ortamı yaratıyorlar. Bir makalede bilinçaltı anlamları aktarıyorlar. Temel olarak görseller ve metin arasındaki ilişkiyle ilgileniyorum.

“Depression Era” isimli bir sanatçı kolektifinin üyesisin. Bu projeden biraz bahseder misin?

‘“Depression Era” farklı sanatçıları, fotoğrafçıları, tasarımcı, küratör, yazar ve araştırmacıları bir araya getiren bir kolektif. 2011 yılında bir grup sanatçı tarafından kolektif bir deney olarak kuruldu. “Depression Era”, “Yunan krizi” ismiyle çokça duyduğumuz Yunanistan’da gerçekleşen sosyal, ekonomik ve tarihi değişimi anlamayı ve bu süreç içerisinde yaygın basının öne çıkan anlatısından bir belge oluşturmayı amaçlıyor. Atina Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun olmak üzere olduğum 2014 senesinde bu kolektife davet edildim. O sırada çoktan sanat pratiğini oturtmuş, tanınan sanatçılar olan diğer üyelerle iş birliği yapabilmek ve onları tanımak benim için bir ayrıcalık, onur duyduğum bir durum oldu. Kolektif tarafından yaratılan işin önemi bir yana, bana göre 36 farklı sanatçı ile beraber bir iş birliği teşebbüsü, tüm bu süreçte ortaya çıkan problemler, tartışmalar ve çözümler de ortaya çıkan iş ile eşit derece önemli bir yere sahipti. Bu kolektifin üyesi olmak başlı başına bir deneyim ve burada öğrendiklerime ve tanıştığım tüm insanlara çok değer veriyorum.

 

Şu ana kadar hangi şehirlerde yaşadın? Sanat pratiğin yaşadığın çevre ve coğrafya ile ilgili ne söylüyor?

Farkında olarak ya da olmadan yaşadığımız çevre yaptığımız işe sızıyor. Tüm hayatım boyunca Atina’da yaşadım ve bu durum bazen kendimin de tam olarak kabul edemediği şekillerde sanat pratiğimi etkiledi. Yaşadığım ülkenin şehir manzaraları “Inner State” serisindeki görsellerin kahramanı oldu. “Family Portraits” serisi, kendimi sürekli içerisinde bulduğum mekanlardan esinlenen bir konseptle oluştu. Son olarak oluşturduğum fotoğraf serisi “Image Eaters, Tears Spit & Cum”, fiziksel mekan ile ilgili olmasa da, içinde yaşadığım dijital ortamlardan etkilenerek oluştu. Telefonumun galerisinde bile çektiğim fotoğraflardan çok ekran görüntüleri bulmayı komik buluyorum.

Sanat pratiğine etkisi olan unutamadığın sergi/yolculuk/proje ya da dönüm noktası olarak adlandırabileceğin deneyimler neler oldu?

Resimden fotoğrafa geçişi önemli dönüm noktalarından ilki olarak sayabilirim (2012). Bunu takip eden “Depression Era” kolektifine davet edilmem (2014), ve hala araştırma konum olan mobil cihazlarla kurduğumuz ilişkileri araştırmaya başladığım yüksek lisans süreci (2016) benim için önemli dönüm noktaları arasındadır. 2019’da New York Times ile iş birliğine başladım ve Onassis Kültür Merkezi’nde “Forever more Images?” isimli sergiye katıldım. Aynı sene 60. Thesselonike Uluslarası Film Festivali’nde yer alan “Family Portraits VR Tour” ile ödül aldım. Benim için oldukça önemli bir seneydi!

Hafıza konusunun işlerindeki yeri nedir? 2013 yılında bu seriye başladım. Bu sırada Yunanistan derin bir sosyal, ekonomik ve politik kriz içerisindeydi. Bu durum, evsiz insanların vahşi, yıkıcı ayaklanmaları, ana politik parti temsilcilerinin ülkenin içinde bulunduğu durumdan dolayı birbirini suçladığı, bitmek bilmeyen gürültülü tartışmalarla medya tarafından çok belirgin bir şekilde yayınlandı. Bu durumdan bıkmış bir şekilde kendi hikayemi anlatma gereği ve yaşadığım durumu belgeleme gereği duydum. Bana göre yakın gelecekte ne olacağı ile ilgili belirsizlik duygusu en moral bozucu durumdu. Bu durum hikayesini anlatmak için tabiata ve yapılara döndüm. Bir tarlada çekilmiş çürümüş karpuzların ya zeytin ağaçlarının yer aldığı fotoğraflarda olduğu gibi bazı görseller daha şiirsel oldu. Seride yer alan, 2004’de olimpiyat oyunları için inşa edilmiş stadyumun terkedilmiş hali gibi daha edebi görünümlü fotoğraflar da var.

 

İşlerine etkisi olan kitaplar nedir? Birkaç örnek verir misin?

Düşünce tarzımı şekillendirmiş birçok kitap oldu. Bu aralar daha çok makale ve deneme yazıları okuduğumu fark ettim. Hito Steyerl, Trevor Paglen, James Bridle, Oliver Laric, Constant Dullaart gibi sanatçıların metinleri, Lev Manovich, Omar Kolheit ve Charlotte Cotton gibi küratör ve teorisyenlerin yazıları benim için çok etkileyici.

İşlerinden etkilendiğin başka sanatçılar var mı?

Şahsen tanıdığım diğer sanatçıların yarattığı birçok çalışmadan ilham alıyorum. Bir projenin evrimini ilk oluşma, araştırma fikirlerinden itibaren işin son haline giden yaratıcı süreçte evrimini görmek ve tartışmak benim için sanat yaratıcılığının en ilginç kısmı. Sahne arkasına erişimim olduğu için hep ayrıcalıklı hissetmişimdir. Bence işin en önemli kısmının gerçekleştiği yer burası.

Üzerinde çalıştığın son projeler nedir?

Üzerinden çalıştığım son iki proje “Image Eaters” ve “Tears, Spit & Cum” içinde günden güne daha çok zaman geçirdiğimiz dijital dünya ile nasıl bir ilişki kurduğumuzu farklı açılardan keşfediyor. Bu iki seriyi oluşturmaya aynı anda başlamıştım. Net bir amacım olmadan sezgisel bir şekilde bu görselleri ürettim. Önceden kafamda oluşturmuş olduğum bir çerçeve etrafında oluşturdum. Ana fikir, görseller ve yemek arasındaki ilişkiyi fark etmemle doğdu Yemek, her canlı varlığın hayatta kalıp, büyümesi için gerekli temel bir ihtiyaç, imgeler ise bizler için hayati bir önem taşımıyor. İlk olarak imgeler için kullanılan söz dağarcığına dikkat etmeye başladım. Örneğin sosyal medyada sonsuz görüntüler listesine ‘feed’ (besin) demek bile başka bir deyişle ‘Yapay zeka sisteminin eğitilmesi için beslenmesi gerekiyor.’ anlamını taşıyor. Evrimleşmek, daha da ötesi hayatta kalmak için imgelere dayanan yeni tür ‘varlıklar’, yapay zekalar ve algoritmalar olduğu fikri benim için berraklaştı. Bu akıllı sistemler ve makinalar hayatımızın idaresini daha da çok ele alınca, biz de önceden farkına varmadığımız şekillerde görüntülere bel bağlayacağız.

“Geometry of Chaos” serisi için seçtiğin materyaller bu seride üzerinde durduğun kavramlar ile nasıl bir bağlantı kuruyor?

“Geometry of Chaos” sunduğum ilk seri ve aynı zamanda lisans mezuniyet tezimdi. Benim için çok kişisel bir seri olduğunu belirtmeliyim çünkü o sırada en yakınımda olan insanlar ve ilişkilerle ilgili düşüncelerim üzerinden gelişti. Gerilim, manyetizm ve fizikteki itici güçlerin ebeveynlerimizle, ailemizle, arkadaşlarımızla ve eşlerimizle olan ilişkilerde de var olan doğa kanunları olduğu hakkında düşünüyordum.

Çivi kullanımı içgüdüsel bir seçim oldu çünkü o sırada çivinin formu ve işlevi üzerine çizimler yapıyordum. Bir çivi çakılırken uygulanan kuvvetin aynısını çivi de kendisine teğet olan yüzeye uyguluyor. Biz insanlar da bu gibi deneyimlerin neticeleriyiz ve genellikle ektiğimizi biçiyoruz. Bu duruma bağlı bir desen oluşturmaya başladım ve son hallerine getirmek için fotoğrafları çoğaltıp, düzenledim. Her bir görüntüyü oluşturmak için aynı çivileri kullanmış olsam da sadece yerleştirme biçimlerini değiştirerek bile farklı görüntüler elde ettim. Bu durumu ilgi çekici buluyorum ve belki sırf bu yönü ile bile projenin farklı bakış açılarından yorumlanmasına olanak sağlarım.

Sana heyecan veren gelecek projelerin arasında neler var?

Ekim ayında Katerina Gregos’un küratörlüğünde “Modern Love” isimli bir sergide yer alacağım. Sergi, Freiburg, Almanya’da Museum für Neue Kunst’da gerçekleşecek. Bu sergi için çok heyecanlıyım ve halen çalışmakta olduğum fikirlerim var. 2020 benim için en iyi sene olmasa da, neyse ki içe bakış ile bazı şeyleri yeniden değerlendirdiğim yaratıcı bir zaman dilimi oldu. Bu sene aynı zamanda 30. yaşıma girdiğim seneye denk geldi. Bu sene birçok değişim ve sürprizle dolu o yüzden kısa bir süreliğine plan yapmaya yeltenmiyorum.